Cuma, Ağustos 08, 2008

vaktim vardı, düşündüm..

- Bu öğlen Ayşegül ile buluştuk. Dönerken taksiye bindim, genç sessiz bir adamdı şoför, radyoyu da kendisi gibi sessiz sedasız dinliyordu, bir Rafet El Roman şarkısı çalıyordu derinden. Güneşli ama Ağustos ayı için serin, esintili bir İstanbul öğleninde, bir taksinin içinde ilerler ve Nişantaşı'nın kalabalığını arkamda bırakıp Beyoğlu'nun kalabalığına koşarken, kulağımda aşina bile olmadığım bir şarkıyla ne şanslı olduğumu düşündüm: Benim annemin doğurmadığı öz kızkardeşlerim var! Şimdi ne zaman Rafet El Roman çalsa bir yerlerde, ben kelimenin tam anlamıyla "canım kadar" sevdiğim kızkardeşlerimi düşünüp gülümseyeceğim, gören de bu şarkıları sevdiğimi düşünecek! Olacak iş mi şimdi?! :)

- Simon bana o kadar çok benziyor ki, bazen dehşete kapılıyorum! Yalnızca kendisi istediği zaman, kendisinin istediği kadar sevilmek istiyor mesela; öncesine, sonrasına, daha fazlasına veya daha azına tahammülü yok. Buna rağmen her an gözünün görebileceği, bize ulaşabileceği bir mesafede duralım istiyor, üstelik uyurken bile böyle bu. Hayali düşmanları var sonra. :) Durup dururken bir gölgeden, evdeki minik bir hareketten işkillenip gölge düşmanlara savaş açıyor, sağa sola deli gibi koşturup hiç bir şey olmadığını fark ettiğinde, sanki gölge düşmanları yenmiş de hepsi kaçmışlar gibi, muzaffer bir komutan edasıyla gurulduyor. İstediği olmadığında ne yapacağını bilemiyor, kararsız kalıyor, genelde saldırgan davranıyor. Komutlara, emirlere şiddetle karşı çıkıyor. "İn o masadan" dediğimde örneğin, gelecek her türlü cezayı iyi bilmesine rağmen, bütün gücüyle masaya yayılıp tutunan ve başka hiç bir koşulda çıkarmadığı seslerle bana resmen cevap veren bir anarşist o! Geveze! Hem o kadar geveze ki avıyla (sineklerle, topuyla) bile konuşuyor. :) Bütün kelimeler içinde en iyi "mama"yı biliyor ve yalnızca güzel bir yemek için mutluluk belirtisi gösteriyor. Kendisine faydalı olanı değil, en zararlıyı seviyor. Çok su içiyor. Yediğimiz her şeyi (yemeyecek bile olsa) büyük bir merakla kokluyor. Sürekli kilo alıp veriyor bir de. :)

Bir kediyi anlamak ve sevmek için bir kedi olmak gerekiyor belki de..

- Simon'un bize öğrettiği bir başka şey de ileride (bir gün olursa elbet) çocuğumuzla ilişkilerimizin nasıl olacağı. Simon'un eğitimini ben verdiğim, hayvan bütün "hayır"ları benden duyduğu için, bana karşı hep tepkili. Oysa mamasının alınması, verilmesi, suyunun tazeliği, aşılarının takibi, tırnaklarının bakımı gibi hayati konuları ben üstlenmiş durumdayım. Sabah iki gündür temizlenmeyen tuvaletinin başında ağladığında (evet, böyle yapıyor, tuvalet temizlenene kadar çişini tutuyor) saat kaç olursa olsun kalkıp temizleyen de benim. Onu her kucağıma aldığımda gözlerini, kulaklarını, dişlerini, patilerini velhasıl neresini görürsem orasını kontrol ediyorum mesela. (Bu kontrollerle iki rahatsızlığı erken teşhis edildi ve iyileşmesi çok kolay oldu.) Kuzusarması ise Simon'la sadece oynuyor. Ve bilin bakalım ne oluyor? Simon beni deli gibi ısırırken Kuzusarması'na tapıyor!

Bir gün bir bebeğimiz olursa, Kuzusarması ile ikisini yalnız bıraktığım ilk günün sonunda, bebeğimizi açlıktan koltukları kemirmiş, elini kesmiş ve kendi b.kuyla oynarken bulmaktan korkuyorum. Bunun kadar korktuğum bir başka şey de, endişeli, kontrol manyağı ve en kötüsü "eğlencesi eksik" bir anne olmak. O zamana kadar kendimi de, Kuzusarması'nı da adam etmeyi planlıyorum.

- Nikah davetiyemiz için Piyale Madra'nın bir çizimini kullanmıştık. Bu yaz İstanbul Müzik Festivali'nin afişi olan "davetiyemiz" her yerdeydi ve tarihler evlilik yıldönümüzü gösteriyordu. Böyle tesadüfler olmasa hayat ne sıkıcı olur..