Salı, Haziran 27, 2006

zirzop


Kuzusarması'nın taaa Avusturya tepelerinde motorsikletle yaptığı keyfi bölen tek bir şey olmuş: BEN! Kendisine yaban ellere gitmeden verdiğim tek siparişi son güne kadar alamamış, bulamamış bir garip -burada garip "zavallı" anlamında kullanılmıştır- kişi olarak, tek çareyi yanındaki Alman'a danışmakta bulmuş:

-Arnd, Fatima Spar diye bir şarkıcı duydun mu hiç?
-Hayır, Türk mü?
-Türk. Ama Avusturya'da yaşıyor. Aslında adı başka bir şey ama.. Sahne adı bu galiba. Peki Freedom Fries diye bir grup?
-Hayır, onlar Türkler mi?
-Hmm, hepsi başka başka ülkelerden. Balkan müziği gibi bir şey yapıyorlar.
-Albümlerinin adı ne? Belki onu biliyorumdur.
-Zirzop.
-Türkçe mi?
-Biraz Türkçe, biraz Almanca, biraz İngilizce.
-Senin karın Alman mıydı Kuzusarması?
-Yoo, nereden çıktı abi.
-Peki Fatima kimdi?
-???!!!

Yaaaa.. :) Kuzusarması'nın taaaaa nerelerden ne zorluklarla getirdiği bu cici albümü kısa bir süre için şuraya koydum, "yok albüm çok fazla, daha adamları tanımıyoruz bilmiyoruz" derseniz albümün isim şarkısı da şurada. Tüm şarkıları etnik değil, swingler, jazzlar havada uçuşuyor, haberiniz olsun.

Güle güle dinleyin. :)

Pazartesi, Haziran 12, 2006

kuzusarması'na..

bi de.. sensiz uyuyamıyorum.. :(

Pazar, Haziran 11, 2006

şirin balıklar moral bozar mı?

Sevgili Sevgilim,

Bu aralar zamanın çok az biliyorum, ama yazmadan edemedim. Üstelik bunu sen de bilmelisin sanırım:

Ben bir embesilim.

Yokluğunda ele gelir tek bir iş yapmamış, yalnız iki film izlemiş (biri tekrar), elindeki kitabı bile bitirememiş ve boş gözlerle televizyona bakmış bir insan olarak, dün gaza geldim. (Tek başıma gelmeyeyim diye Eda'yı da getirdim üstelik.) Gittik, rengarenk ipler, kurdeleler aldık; küçük çiçekler, balıklar yapıp t-shirtlerimizle, çantalarımızla oynayalım diye. -Hem de üç kuruşa- öyle güzel, öyle eğlenceli şeyler bulduk ki.. Bir hevesle geldik eve. Ama bir baktık benim tığLAR kayıp! Üzülmedik, "sonra yaparız" dedik, oturduk.

papatyalar
Edoş Hanım, bugün çantası malzeme -ve tığ-, içi sabır, kucağı papatya dolu geldi. :) İki dakikada -ama gerçekten iki dakikada- "deneme bunlar yaa, güzel olmadı" diye diye yaptığı şeyler beni bunalıma sokmaya yetti tabii. En son bundan yıllaaar önce yılbaşı hediyelerimizi beraber hazırladığımızda bunalıma girmiştim. :) Eh, epey olmuş, zamanıydı artık. :P Hayır, "aslında yeteneğim var ama tecrübem yok" demeyi istiyorum ama hep yalan, hep yalan, nereye kadar. Hatun bu işlerle uğraşırken, bir yandan da bana nasıl yapılacağını öğretmeye -nafile- çalıştı durdu. Elimden çıkan "çiçek bozmaları" öyle korkunç ki, görüntülerine bilgisayar bile katlanamadı, kilitlendi. (Başkalarının bilgisayarlarını korumak için görüntüyü yüklemek konusundaki ısrarımdan vazgeçtim, ne yapayım..) Bütün gün aynı şeyi yaptım ("bir tane batır, çek, ikisini birlikte al, ipi tığa dola, bak üç ilmek oldu, önce birini, sonra ikisini, sonra kalanları birl..") ve şu an hiçbirini hatırlamıyorum! Mektup içinde korsan mektup: Edaaa, kusura bakma, ev ödevimi yapmayı bir türlü beceremiyorum. :(

iki dakikada yapılan yelkenli ve balıklar
Böyle işte Sevgili-m- Kuzusarması; tıkıyorum yünleri, pulları kurbağa prensimin içine, orada unutuyorum, anlaştık mı.. Böyle güzel şeyler yapmayı, güzel insanlara bırakıyorum. Ben o güzel insanlardan faydalanan cadı olacağım, böööö.. :)

kurbağa prens
Ha, bir de dönsen artık diyorum.. E özlüyorum..

Pazartesi, Haziran 05, 2006

Kuzusarmasına özlemimi takdimimdir.

Kuzusarması eve dön! Bak perişan oluyorum yokluğunda. Gerçekten. Kim engel olacak aynı şarkıyı bin kere dinlememe? Kim damlatacak gözüme ilaçları? Karanlıkta korktuğumda kim bana sarılıp, garip bir ses tonuyla konuşup beni daha çok korkutacak, ha kim? Kim? Soruyorum sana.. Dön, valla bir şey yapmayacağım. :) Yeter ki dön.


Hem sen yokken sapıtıyorum ben. Sadece 10 günlüğüne gittiğini unutup evimizin 'infak ve iaşe' payını nereler-d-e harcıyorum bir bilsen. Edoş aradı pazar günü, "kaldır o koca kıçını, Kanyon'a gidiyoruz" dedi. (O böyle demedi -kibar kız-, demez, biliyorsun zaten. :) Olsun, -banane- ben böyle anladım.) İyi dedim demesine de, o daha bizim mahallede harcamaya başladı paraları. :) Neyse, cebimizde kalanlarla gittik Kanyon'a. Nasıl güzel bir yer yapmışlar, nasıl beğendim, anlatamam. Senin de havadar havadar, esnemeden gezebileceğin bir alışveriş merkezi var artık sevgilim. (Sevinç çığlıklarını duyar gibiyim.)


Açıkhavada laylay loyloy gezdik, sermayeyi kediye yükledik, acıktık. Yemek yiyecek bir sürü güzel yer varken ben dedim ki "Edoş, çok okudum, çok merak ettim, Wagamama'ya gidelim mi?". Kırar mı beni hiç, gittik. Kapı kapalı. Allah allah dedik ama bir sürü de insan var kapısında, anlam veremedik. Baktık garsonlar oturuyor içeride (?), camda bir yazı, sürüsüne bereket açılış ve kapanış saati (?). Bir tane açılış saatine de 10 dakika var. Gezdik biraz daha, -insanlar bu arada hala sırada bekliyorlardı (?)- döndüğümüzde açılmıştı kapılar. Daha içeri girmeden elimize menüleri tutuşturdular ve bizi unuttular. :) Tam masalara yönelmiştik ki bir bağırış koptu "nereye gidiyorsunuz" diye. Aşkım, "o an terketseydin orayı" diyen sesini duyar gibiyim ama meraktan çok şey geliyor insanın başına, biliyorsun. :) Geri adım attık, bekledik, garson abiler bizi okul sırasından mütevellit masalara oturttular. Önce menünün yarısından fazlasının kalmadığını söyleyip (?), arkasından seçimimize müdahale etmeye kalktılar. (Yönlendirmeyi kabul ediyorum, herkes nereden bilecek soba ne, tappen ne.. İyi de benim baharat sevmediğini, acı yemediğini söylediğim arkadaşıma bir tabak acı soslu, zencefil turşulu yemek getirmek de nereden çıktı?) Edoş kahkahalar atarak -yi-ye-me-di tabağındakileri. Benim yemeğim daha iyiydi. Bildiğin -çok- noodle üstü minimum malzeme. Şu durumda ben Çin'i de, Japon'u da mutfağı ile yutmuşum be, evde pişirdiklerimin lezzetine bakılırsa! :) Hesabı isterken korktuk, ya şimdi "kredi kartı ha, utanmıyor musunuz" diye üstümüze yürürlerse diye! :) Alman Lisesi'nde okumadım malum, ama anlatılan disiplin hikayelerinin doğru olduğunu varsayarak "burası Alman Lisesi'nin yemekhanesi" diye düşündüm. "Biraz sonra tırnaklarımıza da bakacaklar".


Japonların -senin o çok sevdiğin- psikopat Ichi'leri filan böyle çıkıyor işte. Yiyorlar böyle korka korka yemeklerini, bastırılmış duyguları yüzünden sonra milletin kolunu bacağını da mideye indiriyorlar. Allah sonumuzu benzetmesin.

Anlayacağın, yokluğunda sado-mazo bir deneyim yaşadım sevgilim.

Dönünce seni de götüreceğim, bu deneyimi birlikte yaşamamış olmayalım diye. De.. Korkuyorum. Ya seninle gittiğimizde her şey yolunda giderse? Ya tadamadığımız yemekler deli güzelse? Ya o minimalist oturma düzeni, açık mutfak seni çekerse? Söylemiş miydim: Korkuyorum.

evimizde..

1. Kuzusarması yoksa neşe yok, ses yok, yemek yok, düzen yok.. Yaşam yok..

2. Ay ışığından uyunmuyor, ay tam yatak odasına doğuyor. :) (Çok komik değil mi? "-İşe neden geç kaldınız? -Müdürüm, bizim perdeler biraz ince, bütün gece ay ışığı geldi de bööyle üstüme üstüme, ondan yani.." Ne bahane!)

3. Cuma, cumartesi, pazar akşamları havai fişek gürültüleri korku yaratıyor, görüntüleri güzel ama.. (Millet boğazda iyi oturuyor valla, bu kadar uzaktan etkisi böyleyse. :P)

4. Kötü karakterler, iyilerden daha çok seviliyor. (My Best Friend's Wedding'i izliyorum da bir yandan, yazmadan edemedim.)

5. Meyve suyu niyetine "şalgam suyu" içiliyor. Hem de acılı.

Öyle..