Çarşamba, Mart 31, 2010

oreo, seyahat, ne alaka..

Büyük bir yerde çalışmanın faydaları saymakla bitmez belki, ama ben en çok her ay gelen yayınları severdim. :) Pek çok mesleki sıkıcı yayının yanında, adını herkesin bildiği popüler dergiler de gelirdi. Ben de belki para verip almayacağım (belki alanla da dalga geçeceğim :D) pek çok dergiyle böylece haşır neşir oluverdim.

Ahmet Telli'nin "ki serüvenler daima büyük aşklar/ve büyük yolculuklarla başlar" dizelerini okuduğumdan beri mi bilmiyorum, seyahat etmeyi, yolculuk hakkında okumayı, yazmayı pek sevdim. Bu yüzden sanırım, ofise gelen concon (bu uyduruk kelimeyi çok seviyorum) bir seyahat dergisini yakın takibe almıştım. Concon diyorum, uygun fiyatlı tatil önerilerinin gecelik konaklamaları 400 eurolardan başlıyor, varın siz hesaplayın. :) Bu derginin, adını yanlış hatırlamıyorsam genç gezginler diye bir bölümü vardı bir dönem. Dünyanın insanı kıskandıracak kadar pek çok farklı yerini görmüş ve gerçekten şaşılacak kadar genç insanlara sorular soruyorlardı, "en son nereye gittiniz, en iyi keşfiniz, gelecek seyahat planınız" gibi. Benim sevdiğim sorulardan biri "seyahat çantanızın olmazsa olmazı"ydı ki cevap da genelde (atıyorum) kitap, defter, harita, sevgilimin fotoğrafı, oyuncak tavşanım şanslı gibi makul şeylerdi. Ta ki o kadın "oreo" diyene kadar.. Oreo. Oreo. Ofiste ben S.'ye bakıyordum, S. bana bakıyordu boş boş. Neydi ki bu "oreo"? Aynen şöyle diyordu hatırlıyorum, "çantamda oreo olmadan hayatta sokağa çıkmam!". Şimdi düşünüyorum ben çantamda ne olmazsa sokağa çıkmam diye, sayıyorum sayıyorum, yok, oreo yok benim listemde. :)

Allah googledan razı olsun, aradık bulduk bu zıkkım neymiş. Amerika'da satılan bir bisküviymiş, tadı da Eti Negro gibiymiş. Ülen hanım abla, sen nerede doğdun, nerede büyüdün, senin bünye oksijeni nasıl yakıyor da bu hale geliyorsun, seyahat planlarını Türkiye'de satılmayan bir bisküvi üzerine temellendiriyorsun. :) Günlerce S. "yemeğe çıkalım", "bu yaz şuraya mı gitsek" filan dediğinde "çıkamayız, çantamızda oreomuz yok" dedim, güldük. Ben sorunca o dedi, biz yine güldük.

Geçen pazar Kuzusarması'na kahvaltı hazırlamak için bizim küçük hanımla alışverişe çıktık sabah erkenden. Bizim mahallenin concon (bir yazıda üç concon, aha bu da dört etti!) şarküterisinde ne gördüm bilin bakalım: OREO! Kasadaki adama olayı kısaca anlatarak ve iki paket bisküviye dünyanın parasını ödeyerek çıktım dükkandan. Yüzümdeki gülümsemeyi tahmn edersiniz sanırım. :)
Biri bana, biri S.'ye bu paketlerin. Bundan sonra bize havada, karada durmak yok, çünkü çantamızda oreomuz var. :) Darısı başınıza! :)

Cuma, Ocak 29, 2010

rahel evden bildiriyor..


Bu sabah kahvaltımı sütlü irmik tatlısıyla yaptım.

Evde olmanın -ya, evet, işe gitmiyorum artık ben- en b.ktan tarafı bu herhalde. Bir yerden sonra insanın kahvaltıda bir parça peynir, iki zeytin çıkarıp tabağa koymaya bile hevesi kalmıyor. Ki ben yalnızken bile sofra kurup yemek yiyen bir insan-d-ım. Düşünün artık. Sonra uyudum biraz Işık'la. Sonra kalktım. Annemle, babamla kameralı görüşme yaptık skype üzerinden. Yatağımızda mışıl mışıl uyuyan Simon yüzünden yatağı bile toplamadım.

Öğlen yeşil mercimek yemeği yedim.

Öğle yemeği de başka bir dert anasını satayım. Akşama yemek düşünmek yetmiyor sanki, bir de öğlen ne yiyeceğim diye düşüneceğim, ya da iki öğün aynı şeyi yiyeceğim. Hiç yeşil mercimek pişirmemiştim bugüne kadar. Sanıyordum ki Kuzusarması askerlik sonrası nefret ediyor bu yemekten. Etmiyormuş. Susuz pişirdim, onun sevdiği gibi. Ondan çok ben yedim. Küçük hanımın bitmek bilmez enerjisini harcayalım diye bin türlü oyun oynadım. Üç sayfa kitap okudum. Dvd oynatıcısına filmi koydum ama izleyemedim. Neyse ki Ayşegül'le konuştuk uzun uzun.

Akşam sahanda yumurta yaptım.

Evet öğünler karıştı biraz ama olsun. Kuzusarması akşam yokmuş, fırsat bildim, günü tersine çevirdim. Işık'ı uyuttum. Mutfağı topladım.

Tarçın çayı yaptım.

Radyoyu açtım. Bilgisayarın başına oturdum.

Kuzusarması gelip "bugün ne yaptın kuzum" dediğinde ona bu yazıyı okutacağım. Aynı yemeği arka arkaya iki öğün yemek zul geliyor ama son bir haftadır birbiri ardına böyle geçiyor günler. Sanırım biraz daraldım.*

"Ben" daralırken "biz" 10 yılı devirdik, "kızımız" da 6 ayı. Her şey ileri giderken ben geri gidiyorum gibi geliyor. Planları hayata geçirmeli. "Ben"e de biraz torpil geçmeli. ;)

*Şikayet ettiğime bakmayın, aslında keyfim genelde yerinde. Kar buz -İstanbul düşme rekorunu halen elimde tutuyorum!- diye biraz eve tıkıldım. Olan bu. Endişeye mahal yok.

Cuma, Aralık 18, 2009

starbucksta ne satıyorlar? :)

Orta kıvamlı, zarif ve karmaşık.. Ülen bir kahve kadar olamadık! :)

Salı, Kasım 17, 2009

gitmemiştim ki bir yere..


Yok, niyetim hiç böyle ara vermek değildi. Herkesin dilinde tüy bitti "n'oldu" demekten (Nehir, yeni gördüm yazını.), ama öyle bir konuya gelmişti ki sıra, yazmasam olmazdı, yazmayı da ben beceremedim. Zamanında yazabilseydim, sanırım şuna yakın bir şeyler dökülecekti parmaklarımdan: (Bu fotoğraflar da neyin nesi derseniz birazdan anlatacağım.)
Ben süprizleri severim. Bana yapılınca gerilirim, utanırım da, kendim yapınca pek detaylı hazırlanırım, çok eğlenirim. Süpriz bu hikayenin ortasında aslında. Bir de başı var..
Müdürüm S.'nin izinli olduğu bir gün, ikimizin de üstü olan E. Hanım geldi odamıza. İkimiz öyle havadan sudan konuşurken "eee, siz bebek yapmayı düşünmüyor musunuz" diye soruverdi. Üstelik yaklaşımı çok akılcıydı: Kuzusarması ile yeterince uzun zamandır birbirimizi tanıyorduk ve çok seviyorduk, maddi olarak bunu karşılayacak durumdaydık, iş yerimle evimizin arası 10 dakikaydı, işim çok yoğun değildi, vs.. şaşırdım. Çünkü Kuzusarması ile bunca yıllık birlikteliğimizde, bir kez bile konusu açılmamış bir konuydu bu. Kaçtığımızdan değil de, ne bileyim, öyle doğuştan ana baba kılıklı tipler olmadığımızdan herhalde. Hayranlıkla izlediğim öyle arkadaşlarımız var etrafımda, daha flört aşamasında potansiyel bebeklerin ismini koymuş, bu kararı herhangi bir şeymiş gibi kolay, sancısız alan süper arkadaşlar. Genelde rahat bir insanım, kabul, ama kendimle ilgili kararlarımda. Neyse uzatmayacağım, epeyce bir konuştuktan, tarttıktan sonra, "iyi be" dedik, "seneye yaparız biz bu bebeği". Gerçekten de bir buçuk sene sonra, çalışmalara :) başladıktan üç ay sonra, E. Hanım'la bu konuyu ilk kez konuştuğumuz odada, elimdeki gebelik testine aval aval bakarken hamile kaldığımı farkettim. :)
Önce Kuzusarması. Aradım adamı dedim ki "bu ay da başaramadık kocacığım, moralim çok bozuk, akşam bir yerlerde yemek yiyelim mi?". Bu arada boş durmadım, pozitif çıkan gebelik testini sığdırabileceğim şık bir kutu buldum öğle tatilinde, siyah deri, ince bir kutu, kalem kutusu gibi. Akşam suratım asık oturmaya çalışırken, "aşkım" dedim, "taa ne zaman önce senin için bir şey sipariş etmiştim, o geldi, al bakalım" deyip kutuyu çıkardım. İçinden pek pahalı kalem takımının eksik parçasının çıkmasını bekleyen Kuzusarması'nın yüzündeki o ifadeyi görmenizi isterdim. Biraz "gerçekten mi?", biraz "yaşasın", az bir şey de "s.çtık"tan mütevellit o ifade hayatımızın özeti olacakmış meğer, o gün bilemezdik tabii. :)
Ailelere söylemek için daha eğlenceli bir yol seçtik. Bayramda Ankara'ya gitmeden önce, üzerinde bebişin gelmesiyle herkesin değişecek sıfatlarının olduğu havlular yaptırdık Kidomino'ya, büyükanneler için de mutfak önlükleri. O kadar güzel paketlemişlerdi ki hediyeleri, o kadar hızla yapıp ulaştırdılar ki bana, bu bebiş işinde her şeyin yolunda gideceğine dair bir işaret gibiydi sanki. En zoru anneleri dışarıda yemek yemeğe ikna etmek oldu. :) Sonra restoran ayarlandı, kocaman bir masada en sevdiklerimizle bir arada yemek yerken "bunlar da bayram hediyeleriii" diye paketleri çıkardık. Önce kimse inanmadı, sonra bütün garsonları, müşterileri şaşkına çeviren bir kucaklaşma ve ağlama faslı. Benim annem (özellikle Simon'dan sonra) o kadar ümitsizmiş ki bu konuda, en geç o inandı, en çok o ağladı. :)
Çok eğlendik ama, gerçek bir süprizdi, unutulmayacak bir anı oldu. Yukarıdaki fotoğraflar da o geceden.

Nedense bir türlü yazamadım bunları. Ne zaman yazmak istesem, karnıma bir ağrı girdi. Bu arada karnım büyüdü, işler birikti.

Sonra küçük hanım geldi, ortalığı şenlendirdi. :)
Şimdi o hayatı öğrenirken (3,5 aylık oldu), biz de onu ve yeni hayatımızı öğreniyoruz.
Burayı bir anne-bebek bloguna çevirmek niyetinde değilim. Ama hiç şüphesiz anlattıklarım yaşadıklarımdan beslendiğine göre, bu satırlara da yansıyacaktır anneliğim. "Anne".. Söylemesi bile garip geliyor. :)

Hepinize ısrarla tıkladığınız ve beni çağırdığınız için teşekkür ederim. Hatta utanmaz bir de "anne şefkati ile" öperim. :D

Çarşamba, Aralık 17, 2008

aslında yazacaklarım bundan ibaret değil..

Ama öyle bir şey oldu ki, hemen sizinle paylaşmadan edemedim! Bizim tırtıl kedi Simon, aşağıdaki fotoğrafıyla Pfizer'in 2009 takvim yıldızlarından biri oldu. Minikimizle ne kadar gurur duysak az! :)
simu tasma avında
Bu arada, Galata Köprüsü fotoğrafıma kimse iki laf etmemiş, hani övgü beklediğimden değil de, beğenmediniz mi yahu, benim kişisel favorimlerimden biri de, fikrinizi merak ediyorum, ondan şeettiydim.. :(

Pazar, Aralık 14, 2008

iyi haberler..

Ben çıktım depresyondan. Valla. :) Nasıl çıktığımı çarşambaya anlatabileceğim, güzel, fotoğraflı bir hikayesi var hem de. Herkese tavsiye edebileceğim bir yöntem değil, ama işe yaradığı kesin. :)

İki günlüğüne bu görüntü kalsın burada. Ben hemen geleceğim!

Pazartesi, Kasım 24, 2008

depresyon efendisi..

Rahel gönüllü olarak gittiği Auschwitz kampından bildiriyor:

Lale Müldür yazmış, beni almış götürmüş..* "Depresyondayım" deyince kimse beni dinlememiş, "deprasyondayım" deyince herkes gülmüş.. :) Hayat komikmiş aslında, her zamanki gibi kolaymış da, bu satırları yazan aptal bunu bir türlü görememiş!

*Teşekkürler Y., sen olmasan kendi kelimelerimde boğuluyordum şimdi! :)

"Evde öyle oturuyorum. Akineton içtim. Yapay bir huzur. Anlamadığım bir müzik çalıyor. Kafam hem iyi, hem çok kötü. Her şeyi daha da acayipleştirmek için siyah gözlükler taktım. Evde öyle oturuyorum.

Depresyon günlerimin sabahlığını da giydim tabii: Lacivert kadife ve arkasında nefis bir turkuaz kuş var. Bunu giydim mi, artık iş biter. Kış gelmiş, sobanın üstüne de Depresyon Efendisi oturmuş demektir. Bir kestane pişirmediği kalır. Ama kendine acı bir kahve koyar. O acı kahve depresyon kahvesidir de, ben ondan içmem.

Bu depresyon dedesi geldi beni on iki yaşımda buldu. On iki yaşındayken anneme gider, 'Anne, canım sıkılıyor' derdim. Daha o zamanlar Baudelaire, Spleen filan okumamıştım. Tam şu anda ezan okunuyor. Biraz yukarıdakini hatırlayın diyor. Kimbilir belki o hepimizden daha da yalnız. Onun yukarıda olduğunu bilseydik, hepimiz çok sevinirdik değil mi?

Hâlâ canım sıkılıyor. Böyle zamanlarda hiçbir şey iyi gelmez bana. Kitap okuyamam, yazamam, kendime çay bile yapamam. Kendimi dışarı atarım, o zaman da kurtulamam. Çünkü insanlarla aramda Depresyon Efendisi vardır. Telefonla konuşamam ya da tam tersine bir telefon obsesyonu başlar. Herkesi geceyarıları uykularından uyandırırım. Saatin tik taklarını dinlerim bir tek. Yalnızca Ufo kitapları ya da mistik kitaplar okuyabilirim. Çünkü çıkış yolları bir tek onlarda vardır.

Onlar Depresyon Efendisi'ni öldürürler. Depresyon Efendisi bohçasını alıp başka bir eve gider. Geçici bir ayrılıktır ama bu. Tekrar döneceğini, sobama döneceğini bilir. Edgar Allan Poe buna başka bir şey demiş. 'Kuzgun' demiş o bu duyguya. Ece Ayhan 'görünmez köpeğim' diyor. Sylvia Plath 'Lale' diyor.

Depresyon Efendisi nedir aslında size söyleyeyim mi? Depresyon Efendisi insanı gönüllü olarak Auschwitz kampına gönderecek kadar zalim bir arkadaştır. Ama bizi en yakından tanıyan, o yüzden de vazgeçemediğimiz bir arkadaş. Billie Holiday'in dediği gibi:
'Günaydın kalp acısı,
Oturmayacak mısın?
Beni en iyi tanıyan sensin.'

Sonra depresyon bulaşıcı bir hastalıktır. Depresifleri hemen herkes anında terk eder. Hiçbir şey yapamazsın. Depresyon Efendisinin kahvesine mecbur kalırsın.

Merhaba Depresyon Efendi,
Kestane pişirmeyecek misin?
Benim en kıskanç sevgilim sensin!"