Yoktum ben yine burada. Gittim, geldim, gittim, geldim. Hem daha bitmedi, gideceğim, geleceğim. Bu sefer yoruldum. Hem en uzak yolculuğumda sıkıldım da.
Ben Lüksemburg'a gittim.Böyle söyleyince ilkokulda Türkçe dersinde yeni kelimelerle ödev olarak kurduğumuz cümlelere benzedi, değil mi? :)
kelime: araba - cümle: benim arabam var.
kelime: çiçek - cümle: annem bana çiçek aldı.
kelime: kızamık - cümle: ben kızamık gördüm.
Aklıma geldi şimdi. Bizim bir aklı evvel arkadaşımız vardı, süper bir cümle yapısı bulmuştu. Kelime "ilaç" mı mesela, "Ben ilaç nedir bilmiyorum" yazıp, kelimeyi cümle içinde kullandığını iddia ediyordu. :) Deli ederdi öğretmenimizi. Hala o kadar pratik zekalı mıdır acaba..Aynı öyle işte, "benim Lüksemburg'um var, annem bana Lüksemburg aldı" ya da
"Ben Lüksemburg'a gittim."Ay gitmez olaydım! Yaniii, gitseydim de o kadar kalmasaydım. Şimdi bu kadar şikayet edecek idiysen ne halt yemeye gittin diyeceksiniz, eğitime gittim, "iş" anlayacağınız. Yoksa Lüksemburg insanın "yav bir gidip gezip geleyim" diyeceği bir yer değil. Valla. En azından benim yeni bir yer görme kriterime uygun değil pek. Yüzmeyeceksem, dalmayacaksam, atlayamayacaksam, yürümek, görmek, tanımak isterim. Oysa daha ilk gün (11 gibi oteldeydim) 15:00'te yemek yemiş, küçük turistik bir trenle yapılan manasız bir tura katılmış, en büyük müzeyi görmüş, bütün önemli sokaklarda adım atmıştım. (Trende size abuk bir metin dinletiyorlar, ben de onların bana verdiği kulaklık yerine, çıkarıp
kendi kulaklığımı taktım. Benim miki kulaklarımı gören yaşlı Alman teyzeler "biz de bundan istiyoruz" deyip olay çıkardılar. Olay dediysem, Lüksemburg sükunetinde ne kadar çıkarılabilirse tabii! Sonra trenin sürücüsü bana "bacım neettin?" der gibi baktı, çok eğlendim ben de. :P) Bu kadar düzenli hayat yiyip bitiriyor beni. İstanbul'dan sonra her yer biraz sakin geliyor zaten ama burası, burası bir başkaydı. Sıkıcıydı. Hey Avrupalı okuyucular, vatan hasretiniz biraz daha anlaşılır geliyor bana şimdi. :P
İçlerinde ne olduğunu işaret dili sayesinde anladığım yemekler fena değildi. İşaret dili derken ciddiyim, Lüksemburgca'nın yanı sıra Almanca ve Fransızca konuştukları için, İngilizce bilmiyorlar. Ama hiç bilmiyorlar. İngilizce menü bulmak imkansız gibi bir şey. :)
Tatlılar bir harikaydı. Zaten yapacak hiçbir şey olmayınca ya yemek yiyor, ya alışveriş yapıyorsunuz. Artık hangi alternatif size daha çekici geliyorsa. ;)
Aaa, az kalsın unutacaktım, hmf, bak
ne gördüm orada. Oralarda bile hep beraberdik, aklımın bir köşesindeydiniz, yalnız bırakmadınız beni. ;)
En çok hoşuma giden şeyse, her gün sabah kurulup öğlen kaldırılan pazar ve onun çiçekçilere ayrılmış kocaman bölümüydü. Genç, yaşlı, kadın, erkek herkesin ellerinde kocaman buketlerle yürüdüklerini düşünün. :) Bir gün bizde de olacak mı böyle bir kültür merak ediyorum. Bu gelirin artmasından başka bir şey, anlayış değişikliği gerektiriyor çünkü. Çiçeğin ekmek gibi, yoğurt gibi, deterjan gibi evin bir ihtiyacı olduğunu kabul etme sürecinden geçiyor. Ya da evdekilerin yüzünün gülmesinin her şeyden daha önemli olduğu kabul etmekten. Ya da kendini şımartmanın ayıp olmadığını kabul etmekten. Kesinlikle bizde olmayan bir şeyden geçiyor, onu biliyorum.
Neyse, Lüksemburg'dan Pazar sabahı döndüm, ertesi gün başka bir toplantı için yine yoldaydım, bugün döndüm. Cuma günü tekrar gidiyorum -bu sefer Ankara'ya-, bizim ufaklık üniversite sınavına girerken yanında olmak için. Kuzusarması beni geçen hafta terkedip Amerika'ya gitti zaten. -Baharda kuş cennetine gidersen, bir de "aaa leyleklere bak, ne güzel uçuyorlar" dersen, böyle olursun. Benim aptal kafam!- Böyle bölük pörçük, parça pinçik bir aile olduk bu aralar. Pazar gecesi kavuşmayı planlıyoruz. Bilgilerinize arz ediyoruz.