Perşembe, Nisan 27, 2006

we're sorry, but your memory is full..

Bu yandaki bir flash disk. İçine bilgisayardan bilgileri şıkır şıkır yükler, tıkır tıkır yürürken yanınızda taşırsınız ya hani, onlardan işte.. Bu biraz farklı ama. Normalde incecikken, dolunca şişiyor. Böylece bir bakışta anlıyorsunuz, dolu mu yoksa boş mu olduğunu. (Ben bu güzel fotoyu şuradan aldım, çok cici bir site, bakınız der susarım.) Neyse, diyorum ki, ben bu flash diske benziyorum. Valla.. Çok kilo aldığım için filan değil, hayır (insafsız yorumları esefle kınıyorum), taşınabilir bir hafıza olduğum için, bir yerine en az iki kere hatırlamak zorunda olduğum için.. Tek farkım bana dışarıdan bakılınca dolu olduğumun anlaşılmaması.

Ben kuzusarmasının taşınabilir hafızasıyım.

Benim sevgilim tanıştığımızda da böyleydi, hakkını yemeyeyim. Tam üç kez tanıştık biz, üçüncüde hala yüzümü hatırlamıyordu. :) Kendisi her tanışmamızda çok heyecanlandığını ve herkese her seferinde "abi süper bir kızla tanıştım, inanmazsın" dediğini tanıklarla ispatladı bana, ama hiçbir şey ilk buluşmamızın -tanışma değil buluşma, çıkıyorduk :)- tuhaf izlerini silemedi. Kendisinden önce gidip oturduğum -artık kapanmış olan- Cafe Likya'nın tek -ama tek- müşterisi olmama rağmen yanıma gelip, endişeyle yüzüme bakmıştı. Onu tanıdığımı farkedene kadar o endişeli ifade silinmedi yüzünden. Nasıl biri ile buluşacağını o kadar bilmiyordu yani! Önce bozuldum tabii bu duruma, ama tanıdıkça, sevdikçe alıştım, kabul ettim: benim sevgilim böyle bir insan. :)

Çok uç ve acımasız bir örnekle başladım aslında. Bana dair diğer şeyleri unutmaz çünkü kuzusarması. Ama Levent'ten Bakırköy'e gidip, gidiş amacı olan dosyayı ofiste unuttuğunu fakedip, Bakırköy'den Levent'e dönüp, aynı dosyayı yine unutup Bakırköy'e gidebilir. :) En ihtiyacı olduğu günde telefonunu evde bırakabilir. Cüzdanını evde unutup, unuttuğu cüzdanını almak için geri döndüğünde bu sefer anahtarlarını bırakabilir. İşin garibi, bunları sorun haline getirmez, gülüp geçer. Ben de ona eşlik ederim (zaman içinde öğrendim diyelim). Yani ederdim (bu aralar beceremiyorum diyelim).

Telefon, cüzdan, anahtar standartlarından sonra bu aralar yeni bir favori edindi çünkü: Motorla yolculuk yapacağı zaman kaskını unutuyor! Pes artık! Geçen sabah -sabah demem yanlış anlaşılmasın, saat daha 6 bile olmamıştı- şehirlerarası bir yolculuk için feribota yetişmesi gereken -bunlar tarifeli araçlar, beklemiyorlar ki seni!- ve motorunu evden epey uzağa park etmiş olan bu adam, hala uyutmakta olan bendenizi öperek evden çıktı. Kapının kapandığını duyar duymaz koştum, -böyle kalkmaktan nefret ediyorum!- ama yetişemedim. Neyse ki telefonunu unutmamış, hemen arayıp henüz içinden bile inmediği asansörle yukarı çıkmasını rica ettim. Eve döndüğünde beni kaskla kapıda gördüğünde yanakları kızardı, utandı, bir şeyi unuttuğu için -sanırım- ilk defa özür diledi. Ben de yatağıma döndüm, tabii ki uyuyamadım, sonra kalkma saatimde uyuyakaldım ve işe geç kaldım! Etti mi sana iki geç bırakma vakası!

Acaba ben deliyim, her şeyi hatırlıyorum diye mi -bendeki hafıza herkesin sinirini bozacak cinsten, söylemesi ayıptır- bu kadar üstüme yıkılıyor bu sevgili insanı, merak ediyorum. Ben olmasam da böyle mi gidecek hep? Unutkan başının cezasını ayakları çekmeye devam mı edecek? "Nerede bu devlet, nerede bu millet" diye bağırsam bir şeyler değişecek mi.. onu da merak ediyorum.

Bir de.. Flash disk fotosu ararken şu yukarıdakileri buldum, kuzusarması pek sever şuşiyi -tabii ki biliyorum suşi olduğunu, yapmayın :)- Geçen gün biraz fazla kaçırmışız miktarını, "ahhh, ooof, çok yedik" diye karnımızı tutunca abimiz önce kaç tane yediğimizi, sonra nerede yediğimizi sordu. Sushico'da deyince, "ne Sushico'su, bu biraz Çüşico olmuş" dedi, çok güldüm ben. :) Hafızalık görevime devam edeceksem şişip patlamak istemiyorum, yukarıdaki sevimlilerden -çok yedin mi insanı çatlatan cinsinden- olmak istiyorum. Sahıbıma arz ederim.

Perşembe, Nisan 20, 2006

seni ben mi kudurttum?

"Ettirgen fiiller"in yüklem olduğu bir sürü -di'li geçmiş zaman cümlesinde gizli özne oldum ben. (Örnek için bkz: Kuzusarmasını delirttim. Kuzusarmasının tepesinin tasını attırdım. Kuzusarmasına 'yeter artık' dedirttim. v.b.) Ama bu sefer öyle gizli mizli değil, apaçık -tabak gibi- özneyim ben: Kuzusarmasını BEN kudurttum! Bunu da yaptım ya, pes artık bana!

Dün akşam yemeğimizi yemişiz, filmimizi izlemişiz, arabamızı park etmişiz, keyifli uslu eve dönerken bir pisicik çıktı önümüze. Kocaman gözlü, güzel bir tekir.. Boynunda madalyon şeklinde bir tasma. Sokakta kalmış bir ev kedisi, her halinden belli. Sokağın en güzel apartmanlarından birinin önünde, bir ayaklarımıza dolaşıyor, bir apartmanın kapısına saldırıyor. "Korkuyorum ve sizden başka kimse yok etrafta, iyi insanlara da benziyorsunuz, söylüyorum -gösteriyorum işte, kör müsünüz?- bu apartmanda benim evim, hadi eve gitmeme yardım edin, hey nereye, bak sana sırnaşıyorum, evet işte bu kapı, evet evet o pencere, hadi n'olur, çıkamıyorum yukarı, çıkabilsem seninle uğraşır mıydım, demin bacağına süründüğüm kadın çığlık atınca yanındaki bıyıklı tekmeledi beni zaten, aptal, ben bile o kadından daha asilim, hadi, korkuyorum, -kendini sahibim sanan- evdeki yaşlı kadına seslenmekten de yoruldum, duymuyor kaltak, bakın, penceredekiler üvey kardeşlerim, bir faydaları olsa şaşardım, çıkamıyorum yukarı aptallar, hadi n'ooolur, korkuyorum.." Beden dilimi bu kadar açık kullanabilsem hayatta elde edemeyeceğim şey olmazdı herhalde, bu cümlelerin hepsini "gözümle gördüm" çünkü ben. :)

Kuzusarması bu derin çağrıya -ve benim üstelememe- kayıtsız kalmadı (tam bir centilmen!), pisiyi giriş katının epey yukarıdaki penceresine koymak için kucakladı ve o an beni bir şey dürttü. Sordum..
- Hayatım, ya bu o evin kedisi değilse?
- Olsun, en azından kimin olduğunu biliyorlardır.
- Aşkım bak, tasmasının arkasında adres yazıyor galiba.
- Öyle mi? İyi de.. Gecenin bu saatinde adres arayıp, insanların kapılarına mı dayanacağız canım. Hem baksana, bu apartmana girmek istiyor işte!
- Tasmasına bakalıııım, evinde uyusun, n'oooluur..
- İyi.. Bakalım bari..
(Bazı birinci çoğul şahıslar, ağzından çıktıkları kişiye göre çoğul değil, tekil anlam içerirler. Burada benim kurduğum "tasmasına bakalım" cümlesi aslında "tasmasına baksana" demek olup, ikinci tekil şahsa denk düşer. Kuzusarmasının "bakalım bari" cümlesi ise "iş başa düştü, bakacağım mecburen" demek olup, görüldüğü üzere birinci tekil şahıs için kullanılmıştır.)

Kuzusarmasının elini tasmaya atmasıyla beraber, o korkak kedicik, kuzusarmasının taaa pantolonunun üstünden öyle bir geçirdi ki tırnaklarını, bir pençelik yarası oldu sevgilimin. Kediyi -tasmasına bakmaksızın- giriş katının penceresine bıraktık ve özel hastanelerin kuduz aşısı yapıp yapmadığını konuşarak evin yolun tuttuk. (Yapmıyorlarmış bu arada.) Eve dönerken, kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırmış yaramaz kedi bendim artık. Kendi kendime hep aynı cümleyi söyledim bugün: "Bu gereksiz ısrarlarımdan vazgeçmeliyim."

Akşam eve dönerken kedinin sahibini bulmak ve 10 gün içinde ölüp ölmeyeceğini takip etmek, "kuduz organizasyonu"nda benim görevim. Kuzusarmasının aşı olmak ve kudurmamak gibi epey ağır bir görevi var zaten. :(

Salı, Nisan 18, 2006

kadın olmak, kuzu olmak, anne olmak..

Kadın olmak ne tuhaf şey! Ne dersen de, kendini bir yerlerde ele veriyorsun. Ben öyle tüylü saçak pembeleri, klişe kırmızı kalpleri filan sevmediğimi söylemeyi, nasıl biri olduğuma dair bir işaret vermek olarak gördüm hep. "Ay ne o öyle, odasında boğulacak gibi oldum, o peluş ayıcıklar, o pembe çerçeveler, ıııy.." bile dedim bazen kendimi tutamayıp - çoğu içimden de olsa :)-! Hoş, hala bunalıyorum mesela otrişli masa aksesuarlarından, oysa kabul etmeliyim: Bunlar kadın olmanın bir parçası! Burada olmasa, başka bir yerde fire veriyorsun. Elinde değil, kadınsın!

Peluş oyuncaklara bunca laf eden ben, itiraf ediyorum, bunların düzenli bir alıcısıyım artık. Ben de nihayetinde bir kadınım işte, erkeksi bir rahatlığım olması neyi değiştirir! "Benimkiler pek karakterli, öyle ellerinde kırmızı kalp, önlerinde i love you yazan kart yok" diye kandimi avutsam da nafile! Kitaplıkta bir rafı onlara ayırdığımızdan beridir daha huzurluyum sanki. :) Bu oyuncakların içinde son dönemin en sevgilileri, bana hediye edilmiş olan iki beyaz kuzu.. Kuzusarması bana böyle hitap etmeye başladığından beri, ismimden daha çok duyduğum bir kelime oldu "kuzu". Kendim kadar da çok gördüğüm bir şey olmaya başladı. :) Başucumda, kitaplığımda, masamda, anahtarlığımda.. İşte, buyrun bakalım, ne farkım kaldı duvarında pembe tüylü ayna asılı hanım kardeşlerimden?!

Neyse, hiç evcil hayvanı olmamış ve hayvanlar için deliren biri olarak bundan yıllaaar önce, "tavşan sevceeem ben" diye tutturmuştum. Zavallı kuzusarması, yeni tanışmış olmamızın getirdiği bir şevkle biraz da herhalde :), beni taaa hayvanat bahçesine götürmüştü sırf gönlüm olsun diye. Üç senedir her bahar "kuzu sevceeem ben"lerime mi, yoksa her yaz " bi kuzu sevdirmedin bana"larıma mı bilmiyorum, bir şeyime dayanamadı ve bu sefer beni 300 km. uzağa götürdü: Kuzu sevmeye!

Bir yaratık bu kadar mı sevimli olur, bu kadar ürkek.. Yavrular her yerde yavru işte, onca yolu sadece o an için gitmemize rağmen, öyle hızlı çarptı kalbi, öyle acı çağırdı ki annesini, onları üç dakikadan fazla ayırmaya kıyamadık. Sonra annenin gelip yavrularını (ikizlerdi) almalarını izledik. Birbirlerine seslenişlerini, annenin koklayarak yavrularını altına çekişini, "neden yanımda değildiniz" dercesine biraz kızgın onları sürükleyişini, yavruların annenin arkasından biraz suçlu, biraz mahcup yürüyüp gidişlerini.. Anlayacağınız, o üç dakikaya bir ayrılış, bir de kavuşma sığdırdık.

Kocaman "titrek" bir anım oldu benim de böylece. Unutulmaz, mutlu bir anı.

Çarşamba, Nisan 05, 2006

gece-gündüz, ying-yang, o-ben..


Yılların öğrencilik alışkanlıklarından kolay vazgeç-e-miyor insan. Hoş, biraz da "maya" var tabii işin içinde, ben çoook eskiden de böyleydim. Tuhaf tuhaf konuşmayayım da derdimi söyleyeyim, ben bir "gece insanı"yım efendim. Özetle, gece yatmayı, sabah da kalkmayı pek sevmem. Sevmem. O kadar. Uyumayıp öyle çılgınlar gibi gecelere, eğlencelere filan da akmam. Uyumam yalnızca, geceleri kendimi daha iyi, daha verimli hissederim. Sabahları nemrut olurum sonra, uyanırım ama onbeş dakikadan önce yataktan çıkamam. Buna rağmen yorgun argın eve döndüğümde bile, erken yatmamak için direnirim. Böyle de kılım işte. (Yeni bir bilgi değil.)

Kuzusarması da tam bir "gündüz insanı"! Ona kalsa gece onda yatar, sabah beşte kalkar; ütüsü, duşu, kahvaltısı, herşeyiyle yarım saat, bilemedin kırkbeş dakikada hazırlanır; altıda işte olur! Altı ya.. "İnsan dediğin medeni bir yaratıktır, sabahın altısında sokakta ne işin var, sen sokak kedisi misin" diyorum, dinletemiyorum. Dinlemiyor. Dinlemez. O da kıl. (Yeni bir bilgi değil.)

Bir gece insanı ile bir gündüz insanının evliliği, kelimenin tam anlamıyla, evlere şenlik oluyor tabii. "Yatmayalım-kalkmayalım"lar "yatalım-kalkalım"larla savaşıyor. Bir diğer savaş da "sen de benimle yat-ma-/kalk-ma-" arasında tabii. Ben "yine yattın tavuk gibi, hiç bir filmin sonunu birlikte izleyemeyecek miyiz, yatmaa" derken, beyefendi de "uyumadan önce son gördüğüm şey başucundaki kuzu mu olacak hep, hadi yat" diye söyleniyor. Ya birimiz uyuyarak oturuyor, ya da diğerimiz uyanık yatıyor. Olacak iş değil!

Sonunda biz de sıkıldık bu durumdan ve sözsüz bir barış imzaladık. Şöyle ki: akşam -ben uyuyamasam da, kuzusarmasının istediği gibi- erken yatıyoruz, -kuzusarması uyanmış olsa da, benim istediğim gibi- geç kalkıyoruz. :) Orta-k- bir yol, hem daha çok dinlenebiliyoruz böylece. Misss..

Doğal olarak yataktan önce kalkan ve hazırlanmaya başlayan ben olmuyorum. :) Ben bu organizasyonun "beş dakika daha" diye ağlayan kısmıyım. Her sabah işe taksiyle giden kısmı. Bir gün de geceden hazırlasaydım kıyafetimi diye hayıflanan kısmı. Tembel kısmı. Mızmız kısmı. Ben sabah kalkma organizasyonun hatun kısmıyım. Ve bundan hiç şikayetçi değildim. Bu sabaha kadar!

Bu sabah bir şey oldu, kuzusarması bana resmen tuzak kurdu! "beş dakika sonra kalkacağım, valla" dediğimde, "tamam kuzu, içerideyim, kontrol ediyorum ama seni bak, ona göre" dedi ve gitti. Ben de kendisine güvenip uyudum, ooh hem de ne uyumak! Meğer gidiyorum deyip gerçekten gitmiş adam! Ben uyandığımda, ofisinde günün ilk kahvesini çoktan içmiş, gazetelerini okumuştu bile. Hain! Kendince bana ders verdiğini düşünüyor herhalde! Bu davranışı barış anlaşmamızın ihlali sayıyor ve savaşın yeniden başladığını belirtmek istiyorum. Görelim bakalım el mi yaman, bey mi..

"Sabahları uyandırılmaktan hoşlanmıyorum" derken haftasonlarını kastetmiştim tabii ki, karşıma bu savunma ile gelecek sokak kedilerine duyurulur.

Pazartesi, Nisan 03, 2006

zeynep, pembe ve diğerleri..

İnsan bir bebeği daha doğmadan ne kadar sevebilir? Kendi bebeğiyse bu doğal bir şey tabii, ama ya bu bir başkasının bebeği ise? İnsan bir arkadaşını nasıl kardeşi gibi sevebiliyorsa, arkadaşının karnındaki bebeği de doğmadan sevebiliyormuş. Ben de bilmiyordum, öğrendim.


Bu yukarıdaki hanımefendinin adı Zeynep. Biz onu başta erkek zannedip "Hüsamettin" filan dedik, hatta onu da kısaltıp "Hüs" yaptık -ayıp ettik-, meğer o utangaç bir kız olduğundan göstermemiş cinsiyetini bize. (Babasının edepli kızı.) Her "fotoğrafı" çekildiğinde kılı kırk yardık kime benziyor diye. Daha parmağı ile burnunu ayırt edemediğimizi anladığımızda vazgeçtik bu sevdadan. Sonra hatırladık ki kız "hala"ya çekiyor, bıraktık merak etmeyi, atışmayı, sevindik; hem güzel, hem akıllı, hem de çok eğlenceli bir hatun olacak ileride diye. (Biraz pot kırabilir ama olsun, o da nazar boncuğu :P) Bize her fotoğrafıyla gönderdiği güzel mektuplara dalıp hayaller kurduk. Ben hayatımda ilk defa hıçkıra hıçkıra ağladım sevinçten..

Sevinçten sadece ağlamayalım diye bir de bol "organizasyon hatalı" bir parti yaptık, veeee.. süpriz yapamadık. :P Bu hafta sonu bizde toplandık. Adamları evden atıp (fazla uzun sürmedi, sonra geldiler onlar da) yedik, içtik, öyle boooş boş oturduk. Kızkıza eğlencelerde biraz zayıf olan ben, gülmekten yorulduğumu itiraf edeyim. Her türlü teknolojik alet de rezilliklerimize tanıklık etti bu esnada. Bebeğimize şimdiden "iyi" birer örneğiz yani! A, unutmadan, arkadaşların Zeynep'i kıskanmayayım diye bana aldığı hediyeler, hakettikleri üzere, ayrı bir yazıda ele alınacak. :)


Sevgili annemiz kendisi hakkında güzel şeyler söylendiğinde çok utandığı ve kendisi hakkında hislerimi iyi bildiği için başka bir şey söyleyeyim, insan bir "melek" için her türlü pembe objeye katlanabiliyormuş, kendimi test etmiş oldum. :) Allah babasına sabır versin diyor, susuyorum.

Aynı günün akşamında Hande'nin doğumgününü kutladık bir tavernada. Nasıldı derseniz, iki dubleden sonra her yer, her şey güzelleşiyor derim. :) Epey geç yatıp, pazar sabahı CNR'a gittik, motor fuarına. Orası da ayrı bir hikaye. :) "Mine Kırıkkanat"lık görüntüler ve korkunç bir trafik eşliğinde ("eşliğinde" diyorum, zira motorda olduğumuz için pek takılmadık trafiğe) önce sahilin taaa öbür ucuna, Yeniköy'e ulaştık, sonra da yorgun argın ama tüm günü motor üzerinde geçirmiş olmanın dayanılmaz mutluluğu ile evimize döndük.

je ne t'aime plus.

Öyle yoğun bir haftasonuydu ki, hatırladıkça bütün gün Manu Chao şarkıları dinleyip çimenlerde uzanma isteği yaratıyor bende. Tamam, Manu Chao'nun şarkıları politik içerikli, çimenlerde uzanma değil eylem yapma isteği uyandırmalı ama tembelim ben işte (biliyorsunuz zaten). Hem haftasonu çok yoruldum. :)

Mano negra clandestina
Peruano clandestino
Africano clandestino
Marijuana illegal!

Yazı ve fotolar akşama.